Öyleyse... Oyuna Devam
Gerçek hayatın okulda öğretildiği gibi olmadığını yedi yaşında öğrenmiş bir çocuktum. Cin Ali serisi vardı o zamanlar. İlk sayıları siyah beyaz, okumayı sökmeye başladığımız dönemlerdeki sayısı, ödül olarak düşünülse gerek, renkliydi.
Bir ara paragraf… Evet, senin de tahmin ettiğin gibi bu yazı kafa dağıtma maksatlı yazılmıştır.
Evet, nerede kalmıştık? Cin Ali çöp adamlardan oluşan resimli bir seriydi. Kız kardeşim okula başladığında ise Tonton Ahmet’ler çıktı piyasaya. O da resimli; kilolu, şişkin yanakları alan bir çocuğun olduğu seriydi. Galiba sıkça kilo alıp acilen semirmem ve sonra hızla kilo verip çöp gibi olabilmem bu arada kalmışlığın sonucuydu. Aman, ne analiz!
Okul demişken okuma yazmayı öğrendiğim o ilkokul günlerine dönmem gerek tekrar. Öğretmen, yazma pratiğini geliştirmemiz için ad ve soyadlarımızı bir sayfaya donatmamızı istediğinde yaptığım şuydu: Adım ve soyadımı oluşturan harflerden sadece sessiz harfleri kullanmak ve komple bitişik şekilde yazmak… Öğretmen bu manzaradan pek hoşlanmamıştı ki sayfayı yırtıp jülyen parçalara ayırmıştı. Genellikle sebzelere uygulanan bu parçalama işlemi yüzünden belki de marka oluşturma anlamında çığır açmam engellendi. Ve belki de günümüzde cep telefonu kısa mesajlarında uygulanan “sadece sessiz harfler ilkesini” ben başlatmış olacaktım. Ne yazık! Öğretmenim acaba yazabilmeyi aşıp kendince şifreleyen bana “Aferin!” mi demeliydi? Ve acaba çirkin olan el yazım o dönemden kalma bir travmanın sonucu mu? Bak, evhamlandım şimdi. Neyse…
Kısa mesaj olayından bahsetmişken; benim hiç kısa mesaj kavramım olmadı, biliyor musun? Ne yaptıysam oturtamadım o işi. Kontörden tasarruf edilesi öğrencilik yıllarında sesli harflerin mesajlaşmalarda yeri yoktu. Bense işi biraz daha öteye götürmüştüm. Aralarda boşluk bırakmayarak ve sesli harfleri kullanmayarak, bir kelimeyi büyük diğerini küçük yazarak bir çözüm getirmiştim. Örnek cümle: SNDNckHSLNYRM. Bu mesajı alan bir kızın bu cümleye karşılık vermekten ziyade anlamadığını ifade etmesi sıra dışı ilişki kurma dönemini de başlatmıştı ya, başka sefere döneriz buna.
Yine biraz daha geriye gideyim ben. Sana hiç on bir yaşındayken kel ve kısa boylu biri olduğumu söylemiş miydim? Yine kısa boyluyum aslında. O dönemki görüntümü gözünde canlandır. Kısa boyuna aşırı bir kilo eklenmiş, çok ders çalışmanın stresinden yolduğu saçlarından dolayı tepesinde açıklık oluşmuş (ama öyle böyle açıklık değil) bir çocuk canlandır. Lacivert takım elbise giydir. Fotoğrafın altına benim ismimi ekle. Oldu mu? Şimdi o fotoğrafın yanına, ekmeği azaltıp, su tüketimini zirveye taşıyarak kilo vermiş, not ortalamasını 95’ten 70’e indirip orada sabitleyerek yeniden saçlarına kavuşmuş aynı çocuğa birkaç beden küçük lacivert takım elbise giydir. Onun altına da benim adımı ekle. Buna Doğan diyeti ve hatta saç çıkarma terapisi diyebilirdim, ama o kadar uzun boylu değil.
Ne çocuklukmuş? Ve insan neler yaşıyormuş? Ne garip… O gün yaşanırken sıkıntı veren olaylar ve durumlar, bugün gülümseme sebebi olabiliyor. Sanki bir oyun oynamışım tiyatroda. Hatırlayıp ne iyi oynamışım; ona seviniyorum.
Ne diyeyim? Oyuna devam öyleyse…
Doğan Özcan
Editör
www.hayatadokun.net ' ten alınmıştır.
Comments