Katliam Kurbanı İnsanlık




Muhlis Akarsu - 45 yaşında, sanatçı
Muhibe Akarsu - 35 yaşında, Muhlis Akarsu'nun eşi
Gülender Akça - 25 yaşında
Metin Altıok - 52 yaşında, şair, yazar, felsefeci
Mehmet Atay - 25 yaşında, gazeteci, fotoğraf sanatçısı
Sehergül Ateş - 30 yaşında
Behçet Sefa Aysan - 44 yaşında, şair
Erdal Ayrancı - 35 yaşında
Asım Bezirci - 66 yaşında araştırmacı, yazar
Belkıs Çakır - 18 yaşında
Serpil Canik - 19 yaşında
Muammer Çiçek - 26 yaşında, aktör
Nesimi Çimen - 62 yaşında, şair, sanatçı, üç telli curanın son ustası
Carina Cuanna Thuijs - 23 yaşında, Hollandalı gazeteci

Serkan Doğan - 19 yaşında
Hasret Gültekin - 23 yaşında şair, sanatçı
Murat Gündüz - 22 yaşında
Gülsüm Karababa -22 yaşında
Uğur Kaynar - 37 yaşında, şair
Emin Buğdaycı -18 yaşında şair.
Asaf Koçak - 35 yaşında, karikatürist
Koray Kaya - 12 yaşında
Menekşe Kaya - 15 yaşında
Handan Metin - 20 yaşında
Sait Metin - 23 yaşında
Huriye Özkan - 22 yaşında
Yeşim Özkan - 20 yaşında
Ahmet Özyurt - 21 yaşında
Nurcan Şahin - 18 yaşında
Özlem Şahin - 17 yaşında
Asuman Sivri - 16 yaşında
Yasemin Sivri - 19 yaşında
Edibe Sulari - 40 yaşında, sanatçı
İnci Türk - 22 yaşında
Otel Çalışanları:
Ahmet Öztürk - 21 yaşında
Kenan Yılmaz - 21 yaşında
Göstericiler:
Ahmet Alan
Hakan Türkgil
Zaman aşımı. Evet, ne yazık ki insanlık gözlerimizin önünde yine zaman aşımına uğradı.
Tarih, 02 Temmuz.1993.
Hiç unutmuyorum o gün doktorum bana ikinci kez anne olacağımı müjdelemişti. Demek
bir mucize daha sürgün vermişti bedenimde. Demek küçük oğluma bir kardeş geliyordu.
Karma bir duyguydu yaşadığım. Hüzünsü bir mutluluk desem doğru ifade etmiş olur muyum
bilemiyorum? Küçük oğluma ayırdığım sevgimin ikiye bölünmesinden korkmuştum belki de.
İkinci bir bebek beklemiyorduk ki! O gün Doktorun odasından çıkarken şaşkınlığın verdiği
sersemlikle doktoruma hoşça kalın demeyi de sanırım unutmuştum.
Gözlerimde dur durak bilmeyen bir sağanakla o karma duygunun esaretinde eve giden yolda
iki kişilik adımlar atarak yürüyordum. Çok garip birden içimdeki karışıklık kendiliğinden
netleşmeye, hüzün kalıntıları giderek silinmeye ve yerini katıksız bir mutluluğa bırakıyordu.
İç sesim hiç yeteneği olmadığı hâlde yeni bir ninni bestelemeye çalışıyordu. Gerçekten çok
şaşırmıştım. İçimde bir ezgi giderek en yüksek perdeye kadar ulaşıyordu. Sokakta yanımdan
geçen insanların meraklı bakışlarına aldırdığım da yoktu. Zaten göz göze geldiğim insanlar
garip bir şekilde mutluluğuma sessiz tebessümleriyle ortak oluyorlardı.
Dudaklarımdan mırıltı halinde taşan mutluluğun ezgisi olmalıydı. İç sessim o kadar coşmuştu ki besteyle yetinmemiş, kaşla göz arasında ninniye söz bile yazmaya kalkmıştı:
mavi başlı minik kuş
tüyleri gümüş
gagası tunç
şimdi havalandı zeytin dalından
rüzgâr kanatlı minik kuş
özgürlük şarkısı söylüyor güneşe
uç mavi başlı küçük kuş
mutlu bulutlara uç...
Hatırladığım kadarıyla sözleri böyleydi. Bu sözlerden sonra mavi bir dinginlik kaplamıştı
ruhumu. Karnımdaki mucizemi sevgi dolu dokunuşlarıyla kutsuyordu ellerim. Bahara
doğacaktı bebeğim. İlk cemre gibi düşecekti kutsal anne kucağına. Düştüğü yeri sıcacık
ısıtacaktı, tıpkı şu an olduğu gibi. Bahar, kuşların cıvıltılı serenadıyla muhteşem bir ritüelle
karşılayacaktı yavrumu. Bebeğim gözlerini; mor menekşelere, rengarenk lalelere, pembe
erguvanlara açacaktı. Yemyeşil çimenler üzerinde gezdirecektim onu. Beyaz duvaklı erik
ağaçlarına salıncak kuracaktım mucizem için.
Hayallerimi o kadar ileri götürmüştüm ki yürüdüğüm o kısa yolda minik ayaklarına hayalî
patikler örüyordum, rengi kâh maviye kâh pembeye çalan. Doğacak bebeğime mavi kürenin
tüm güzelliklerini anlatırken aslında düş büyütüyordum içimde. Gökyüzünü, bulutları,
güneşi yağmuru, denizi ve memleketi, memleketimin dağlarını anlatıyordum ona. Dağların
doruklarında açan kardelen çiçeklerinin güneşe sevdasını, o doruklardan kopup gelen köpük köpük çağlayanları, eteklerinde güzel gözlü ceylanların nazlı nazlı dolaştığı mor sümbüllü dağların görkemli masalını anlatıyordum.
O masalı birlikte yaşayacağımız günlerin özlemini anlatıyordum. Galiba anlıyordu bebeğim.
İçimde hissettiğim dingin mavi o yüzdendi. Tekrar elimi sevgiyle karnımın üstüne koydum.
“Bebeğim korkma olur mu?” diyordum. “Bu dünyada yaşadığım sürece yanında olacağım.
Sen elimi bırakana kadar elini tutacağım. Elimi bıraktığında da seni sevmeye devam
edeceğim. Söz veriyorum bebeğim, seni “insan olmanın ayırdını yapabilen” bir insan olarak
yetiştireceğim. Kalbini insan ve doğa sevgisiyle dolduracaksın ve ailen tarafından çok
sevileceksin. Söz veriyorum, dünyan sevginin ışığıyla aydınlanacak. Yaşamak öyle güzel
ki, sakın korkma yaşamdan olur mu? Seni yaşama bekliyorum ve mutlu olman için elimden
geleni yapacağım. Söz bebeğim, anne sözü!”
Ta ki ertesi gün televizyonu açıp haberleri seyredene kadar bebeğimle mutlu söyleşimiz
devam etmişti. Bizim gibi yurtdışında yaşayanlar bilirler, bulunduğumuz memleketin
haberlerinden çok Türkiye’den gelen haberlere kilitleniriz.
Haber spikerinin dudaklarından dökülen cümlelerle olduğum yerde kalakalmıştım. Sivas’ta
Madımak Oteli’nin yakıldığını, olayda 36 kişinin öldüğünü söylüyordu.
Korkunç görüntülerle sarsılmıştım. Binlerce kişinin, “Allah Allah!..” nidaları eşliğinde
bir katliama imza attıkları görüntülere bir türlü inanamıyordum. Üstelik bu kişiler dindar
diyorlardı kendilerine. Madımak Oteli’nde Pir Sultan Abdal şenliklerine katılmak için Sivas’a
gelen onca aydınımız, şairimiz, ozanımız bu katliamın kurbanı olmuşlardı.
Bilanço ağırdı. Tam 35 can yanarak, dumandan boğularak son nefeslerini vermişlerdi. Otel
çalışanları ve iki göstericiyle birlikte sayı 37’ye çıkmıştı.
Gördüklerim akla zarardı. Kanımı donduransa meydanı dolduran bu gözü dönmüş
güruhun, “Allah Allah!..” nidalarıyla yakıyor olmalarıydı nefretin ateşini.
Bu nasıl bir tezatlıktı? Yaradan’a inanan cana kıyabilir miydi? Nasıl Allah’ın adını nefret
kusan ağızlarına alet ediyorlardı? Tıpkı şimdi Suriye’de Esed’in askerlerinin, “Allah Allah!..”
nidalarıyla camilerin üzerine bomba yağdırdıklarını nasıl aklım almıyorsa o zaman da
inanamamıştım olanlara.
Öte yandan nasıl olurdu da Devlet’in gözü önünde facia çığ gibi büyüyerek adım adım
yaklaşırdı insanlığa? Bir ihmal söz konusu olabilir miydi? Nasıl bir aymazlıktı bu?
Bir kıvılcım çakmış, basiretsiz gözlerin önünde devasa yangına dönüşmüştü işte. Siz kıvılcımı
küçümserseniz o kıvılcımın alev topuna dönüşmesi ve alevlerin yuttuğu ne varsa kül olması
kaçınılmazdır.
O yangında sadece canlar yanmamış, insanlık da bir kez daha yanıp kül olmuştu.
Çok büyük bir insanlık suçu işlenmişti. Utanç duyuyordum utanmazların katlettikleri canların
resimlerine baktıkça. Ölesiye utanıyordum insanlığımdan, yaşlı bir insanı hırpalayarak itfaiye
merdivenlerinden linçe atılması görüntülerini izlerken.
Aziz Nesin’di hırpalanarak merdivenden itilen. Ölesiye bir acıyla parçalanıyordu yüreğim.
Can vermek, insanoğlunun elinde değilken nasıl oluyor da bu kadar kolay canlar alabiliyordu?
Olduğum yerde taş kesilmiş bir hâlde gözümü kırpmadan vahşetin görüntülerine
odaklanmıştım. Sanırım o anda bebeğim de benimle birlikte taş kesilmişti karnımda.
Neden sonra ağlayarak çözülmeye başladım. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Sürekli aynı
cümleyi kuruyordum:
“Özür dilerim bebeğim! Dün sana dünyanın güzel yüzünü anlatırken çirkin yüzünü senden
gizledim. Aslında çirkin olan dünya da değil ki. Dünya’yı kana, gözyaşına bulayan insanlığın
yüzkarası, insanoğlunun ta kendisiyken dünya niye çirkin olsun ki? Özür dilerim dünya
üzerinde var olan zulmün tek mimarının insanoğlu olduğunu senden gizledim. Sana
memleketimizin mor sümbüllü dağlarını anlatırken o dağların barut koktuğunu, o dağlarda
kardeşi kardeşe kırdırdıklarını, anaların ağladığını senden gizledim. Öte yandan salt kendileri gibi inanmadıkları için gözü dönmüşlerin insanları katlettiklerini senden gizledim. Kan ve gözyaşıyla sulanan mavi küreye gelmekten vazgeçersin diye korktum. Belki de şöyle demeliydim: ‘Bebeğim, sen daha doğmadan binlerce yıl önce kötülüğün oğlu doğmuştu yeryüzüne. Eğer dünyaya geleceksen kötülüğü de zulmü de en az iyiliği, sevgiyi, şefkati tanıyacağın kadar elzem olduğunu bil! Ben sana kötülük bulaşmasın diye elimden geleni yapmaya söz verebilirim ancak. Bil ki yeryüzünde hiçbir zaman barışın garantisi olmadı. Sen
umudumun garantisi olarak doğ şefkatli kucağıma, olur mu?”
Madımak Oteli yanıyordu ve ben alevlerin alazı yüreğimi yakarken, “Bebeğim bir gün
suçlular cezalandırılıp adalet yerini bulacak ve adalet insanlığın garantisi olacak!” diyordum.
Bebeğimin doğduğu gün maviye boyadım umutlarımı ve hep mavi tuttum. Şimdi on sekiz
yaşında kocaman bir genç kız oldu. Madımak katliamı davası zaman aşımına uğradı. Suçlular
elini kolunu sallayarak dolaşıyorlar dışarıda.
Peki, şimdi ben kızıma ne söyleyeceğim? Nasıl umudumuzu mavi tutacağız adalet ve insanlık
adına?
Tarih sizi hep karanlık yüzünüzle yazacak ve insanlık yapılan katliamı asla unutmayacak.
Yaktıkları canlarla birlikte kendi insanlıklarını da vicdanlarında yakanlara sormak istiyorum;
Gazanız mübarek oldu mu?

Nuriye Zeybek
02 Temmuz 2012 - Braunschweig

www.hayatadokun.net ' ten alınmıştır

Comments

Popular posts from this blog

Kadınların İş Hayatında Karşılaştıkları Sorunlar – III: İstihdam Edilmiş Kadın İşgücünde Cam Tavan : (Glass Ceiling) Sendromu

Kadınların Çalışma Hayatında Karşılaştıkları Sorunlar - I: Cinsiyete Dayalı Sorunlar

Ayran da İyidir, Rakıdan Sonra İyi Gider