BİR KÂĞIT & BİR KALEM



“Söz uçar, yazı kalır.” demişlerdi bizden öncekiler. Şüphesiz doğru da söylemişlerdi işin aslı. Zamanın ilerlemesi ile birlikte çoğu şeyin değiştiği gibi bazı kavramların da değişmesi kaçınılmazdı. Kimse zamanın ve değişimin önüne geçemezdi, geçemedi de.  Gel zaman git zaman sonra alıştık, alışmak zorunda kaldık, alışmak zorunda bırakıldık ama sonuçta öyle ya da böyle önüne geçememiş olduk zamanın dolayısı ile değişimin. Aslına bakacak olursak zamanın ve değişimin karşısında direnmek ahmakların yapacağı işten başka bir şey değildi. Zaten psikoloji bilimine göre zeka tanımlarından biri de  “İnsanın içinde bulunuyor olduğu ortama uyum sağlayabilme kabiliyeti” değil miydi ya? Öyleyse kesinlikle ahmakların işiydi zamanı dolayısı ile değişimi insanın karşısına alması.  Bu bağlamda zamanı ve değişimi karşımıza almaktan öte, akıllı varlıklar olarak zamanın ve değişimin arkasına geçerek onu takip etmek en doğrusuydu.


Buraya kadar sıkıntı yok, ancak sıkıntının asıl  doğduğu yer olan yazının ilk cümlesinin zamana direnememesi ve değişime çok hızlı bir şekilde adapte olması. Bu söz nereden çıkmıştı? Çok genel olarak, insanların daha önce şifahen söylediklerini yazılı bir belge üzerinde ispatlayamayarak gerek kendilerini zor durumda bırakmaları gerekse başkalarını mağdur etmeleri yüzünden ortaya çıkmış olabilir miydi acaba? Muhtemelen buna yakın bir sebeptendi. Ancak yazılı belgeler öyle mi ya? Söyledin, söylemedin derken “Şak!” diye önünüze koymazlar mı söylediklerinizin yazılı olduğu belgeyi? İşte o zaman kimsecikler inkâr edemez şifahen dile getirdiklerini.

Ancak, tam da yaşadığımız şu dönemde öylemi ya? Bazen değil. Neden mi? Çünkü yazı yazmak hâlâ geçerliliğini koruyor olsa bile yazının yazıldığı yer bir hayli değişti. Ben şahsen durumun müsebbibinin yazının yazıldığı yerin başkalaşmasına bağlıyorum.

Bilgisayarların hayatımıza girmediği zamanlarda insanlar yazılarını gerek kalemle gerekse daktilo ile kâğıt üzerine yazmıyorlar mıydı? Evet, hem de çok uzun bir süre boyunca… Peki, şu dönemde nasıl? Bilgisayarda yazı yazma uygulamaları üzerinden yazılıp daha sonra hard disklere, flash disklere, DVD’lere ve farklı birçok  depolama alanlarına kaydedilmiyor mu? “Kesinlikle evet, ama ne var ki bunda?” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Ne mi var? Ne yok ki. Şayet hard diskinize ve flash diskinize virüs girerse, DVD’niz çizilir ya da kırılırsa gerçekten de ortada hiçbir şey kalmıyor. Kısaca geride sadece koca bir “YOK” kalıyor. Kaldı ki bu depolama alanlarına zarar verecek hiçbir dış faktör olmamasına rağmen zamanla içinde ki bilgiler yok olmaya mahkûm oluyor. Zaten buna en iyi örneklerden biri de kayıt stüdyolarının yakın bir geçmişten itibaren digital teknolojiden analog teknolojiye geçişlerini gösterebiliriz. Ya da şöyle söyleyeyim film endüstrisi niçin kayıtları film üzerine kaydediyor hâlâ?

Düşünsenize, Osmanlı Devlet arşivlerini… O dönemde bugünkü teknoloji kullanılıyor olsaydı ve belgeler bu ortamlarda depolanıyor olsaydı acaba günümüze ne kadarı ulaşabilirdi? Bu sorunun cevabını bulmayı sizlere bırakıyorum. Şu anda da bu yazıyı bir kafede tükenmez kalemle A4 kâğıt üzerine yazıyor olmam bu konu hakkındaki görüşlerimi daha da ateşlemiyor dahil hani.

Kısaca, kim inkâr edebilir artık yazının da söz gibi uçup gittiğini? İşte bu yüzden dışarıdan birçoğunun ilkel olarak yorumlayabileceği bir şekilde, kâğıt üzerine kalemle yazdığım yazılarımı daha sonra günümüz teknolojisi ile yedeklemem sanırım gelenek ve yenilik üzerine belli bir kıvamı yakalama çabasında olduğumu gösteriyordur. Ya da ben öyle umuyorum. Hatta umurumda bile değil, desem yeridir başkalarının bu konuda ne düşündüğü.

Düşünsenize, siz bir şeyler yazıyorsunuz ve sadece hard diskte depoluyorsunuz. Üzerine yazılmış herhangi bir kâğıt, elle tutulabilecek bir malzeme yok ortada. Tekrar düşünsenize öldüğünüzü, yaşadığınıza dair olan tek kanıt da hard diskinizde… Yine düşünmeye sevk edeceğim sizleri ama düşünün işte yine, bu hard disk de bozuluyor ve veriler bir türlü kurtarılamıyor. Şimdi ispatlayın bakalım yaşadığınızı, zamanında sizin de nefes aldığınızı. Geriye ne kaldı? Koca bir  “HİÇ”. Ya kâğıt? Kâğıt yırtılmazsa, yakılmazsa yani gereği gibi korunursa en fazla solar. Solar ki bu da içinde ki hikâyenin ruhunu zenginleştirir, daha da olgunlaştırır.

Yazıma son verirken konu ile ilgili olarak bir anımdan bahsetmeden geçemeyeceğim.


“Yine bir yaz günü ve ben Büyükada’dayım. Sokakları tek başıma arşınlarken dik yokuşlu bir sokağın başına geldim ve yavaş yavaş aşağıya doğru yürümeye başladım. Bir anda bir ses ilişti kulağıma ‘Çat,Çat,Çat…’ Hemen olduğum yerde durdum ve başımı sesin geldiği yere, sola doğru hafifçe çevirdim. Gördüğüm, içerisinde bir süs havuzu olan büyükçe bahçeli bir evdi. Süs havuzunun önündeki cam masada Erika daktilosu ile bir şeyler yazan ihtiyar bir adam oturuyordu. Kulağıma gelen ses de Erika’dan gelen sesti. Derken ihtiyar adamın hizmetçisi gümüş renkli bir tepsiyle adama kahvesini ve suyunu verdi ve daha fazla zaman geçirmeden evin içine girdi. Ben de dikkat çekmemek adına yavaş yavaş yokuş aşağıya doğru yoluma devam ettim.”

Kim bilir ne yazıyordu ihtiyar adam yüzünde ki huzurlu ifadeyle? Kim bilir anlatacağı neler vardı kendisi öldükten sonra geride kalanlara?

Yazdıkları her ne olursa olsun ölümünden sonra ilelebet kalacağı kesindi.

Bora İNCE

Comments

Popular posts from this blog

Kadınların İş Hayatında Karşılaştıkları Sorunlar – III: İstihdam Edilmiş Kadın İşgücünde Cam Tavan : (Glass Ceiling) Sendromu

Kadınların Çalışma Hayatında Karşılaştıkları Sorunlar - I: Cinsiyete Dayalı Sorunlar

Ayran da İyidir, Rakıdan Sonra İyi Gider